Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kim her gün sabah ve akşam şu duayı üç defa okursa artık ona hiçbir şey zarar vermez.” buyurduğu بِسْمِ اللهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ1 dua hangi hususları ihtiva etmektedir?

Cevap: Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), me’surattan olan bu mübarek duaya بِسْمِ اللهِ الَّذِي ifadesiyle, yani Allah’ın Nam-ı Celîl-i Sübhanisini zikrederek başlamakta; sonra da لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ “O’nun Nam-ı Celîlinin anıldığı yerde, ne arz ne de semadaki hiçbir şey insana zarar vermez.” diyerek, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bütün tehlikelere karşı Allah’ın (celle celâluhu) sıyanetine sığınmaktadır. En sonunda ise, وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ buyurmak suretiyle, Cenâb-ı Hakk’a ait iki ismi zikrederek duasını tamamlamaktadır. Yani duanın sonunda, “Cenâb-ı Hak, arzdan çıkacak ve semadan inecek her türlü tehlikeye karşı, halisane bir niyetle kendisine sığınan kulunun yakarış ve tazarruunu işiten ve muhit ilmiyle kulunun bu duasını en iyi bilendir.” denilmektedir.

Bu dua belli maksatlar gözetilerek değişik emraz ve araz için okunabilir; Cenâb-ı Hak da hangi niyetle okunmuşsa talep edilen o hususu kuluna ihsan edip is’af buyurabilir. Fakat âlimler arasında umumiyetle bu duanın felce karşı okunacağı gibi bir kanaat hâkimdir. Bu hadis-i şerifi Ebân İbn Osman, babası Hazreti Osman İbn Affan’dan (radıyallâhu anh) rivayet etmiştir. Din adına duyup öğrendikleri her şeyi hemen hayata geçirmek sahabe efendilerimizin önemli bir hususiyeti olduğundan, onlar bu duayı sabah akşam okuyor ve felç olmamaya karşı da tavsiye ediyorlardı. Evet, onlar, Kur’ân’dan bir âyet nazil olduğu veya Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis işittikleri zaman hemen o âyet veya hadisi kendi aralarında müzakere edip anlamaya ve hayatlarında uygulamaya çalışıyorlardı.

İşte, bu duanın geçtiği hadis-i şerifi rivayet eden Ebân İbn Osman (radıyallâhu anhümâ) bir gün felç olur. Bu hadis-i şerifi kendisinden işiten bir zat ise sokakta Ebân İbn Osman Hazretleri’ni bu felçli hâliyle görünce kendisine bakmaya başlar. Bu durum karşısında Ebân İbn Osman Hazretleri o zata şöyle bir izahta bulunur: “Hadis rivayet ettiğim şekildedir. Fakat ben, bu musibetin bana isabet ettiği gün onu okumamıştım. Allah da (celle celâluhu) hakkımda bu şekilde takdir buyurdu.”2

Görüldüğü üzere sahabe-i kiram efendilerimiz, kendilerine ulaşan her bir emri yaşamayı, içlerine sindirmeyi ve içselleştirmeyi hayatlarının gayesi bilmişlerdi. Ne yazık ki bugün biz, böyle bir şuurdan mahrum bulunuyoruz. Duygu ve düşünce dünyamızın üzerinden öyle bir tırpanlama geçti, öyle bir fetret dönemine maruz kaldık ki, bu durum âdeta olumlu her şeyi aldı, sildi, süpürdü ve götürdü. Böylece biz dinimizin güzelliklerinden, İslâmî değerlerin usûl ve fürûundan uzaklaştık ve onlara karşı yabancılaştık. Ayrıca dinimizin dilini bilemeyişimiz de bizim için ciddî bir dezavantaj. Yoksa bir insanın sabah akşam bu duayı okuması çok zor bir husus olmasa gerek.

İşte sahabe efendilerimiz mütemâdiyen sabah akşam bu duayı okuyor ve bu duayı okuyan insanın da felç olmayacağına yürekten inanıyorlardı. Koruyup kollayacak Allah olduğu için, bu noktada esbapperest olmamak gerekir. Son birkaç asırdan beri, fünun-u müspete dediğimiz pozitif ilimler, insanlığın lehine bir kısım faydalar sağlamakla beraber, maalesef beşeriyete her şeyi maddede arama ve her şeyi bir sebebe irca etme gibi bir anlayışı dayattığından, bizi de aklı gözüne inmiş insanların tavrına sürükledi, böyle bir gayyaya itti. Bunun neticesinde bizler de sebepler üstü bir kısım ilâhî inayet ve riayeti göremez hâle geldik. Esbap dairesinde siz, felç gibi bir hastalığı tansiyona, fazla tuz kaçırmaya bağlayabilir, genetik olduğunu söyleyerek anne babadan geldiğini iddia edebilir veya damarlardaki yağlanmadan ileri geldiğini söylemek suretiyle değişik esbaba dayandırabilirsiniz. Ancak unutmamak lâzım ki, Allah Müsebbibü’l-Esbab’dır. O, sebeplerle planlanan, ortaya konulan her şeyi, dilediği şekilde mutlak kudret ve iradesiyle değiştirir, bütün düzenleri bozar ve orada Kendi hükmünü gösterir. Evet, O murat buyurursa, Kendi inayet-i fevkalâdesi ve riayet-i fevkalâdesiyle sizi görür, gözetir ve sizin öyle bir hastalığa yakalanmanıza meydan vermez. Belki materyalist, pozitivist ve natüralist bakış açısına sahip olanlar, anlatılan bu hususlara karşı burun bükebilir ve meseleye kenarından, köşesinden bakabilirler. Fakat bir mü’min Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve iradesine aksine ihtimal vermeyecek şekilde kat’î bir şekilde inanır ve inanmalıdır.

Bu açıdan eskilerin ifadesiyle ister âfât-ı semaviye ister âfât-ı aradiyeye karşı ve hususiyle felce karşı sabah akşam bu duanın okunması şayan-ı tavsiyedir. Kendimizi kötü hissettiğimiz, meselâ tansiyonumuzun yükseldiği, yüzümüzde tekallüs ve titremelerin olduğu bir zamanda hemen bu duayla Rabbimiz’e iltica edebiliriz. Çünkü vücudumuzun değişik yerlerinde bilemediğimiz bir şekilde âdeta bir kısım “sıhhatmetre”, “hayatmetre” gibi şeyler devreye girerek bir yönüyle bize sinyal gönderebilir. İşte bu tür bir durumda böyle çok ucuz bir reçeteyi kullanmanın ne mahzuru var! Evet, değişik sıkıntılara maruz kaldığımız zaman da hemen: بِسْمِ اللهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ diyerek Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmet ve kudretine sığınabiliriz. Dua ile ilgili bahislerde üzerinde durulduğu üzere, duada talep edilen hususların istenildiği şekliyle ve hemen karşılığını göreceğim mülâhazası doğru bir anlayış değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak bazen istediğimizin aynını verir, bazen de değişik hikmetlere binaen istediğimizden daha hayırlısını verir, fakat ilmimiz sınırlı olduğundan biz onu bilemeyiz.3 Fakat netice itibarıyla bir sıkıntıya maruz kaldığımızda hemen duaya yönelmek suretiyle biz o fırsatı değerlendirmiş, bir ibadet, zikir ve fikir dairesine girmiş oluruz.

Semadan Gelebilecek Zararlar

Duada geçen فِي السَّمَاءِ ifadesinin kapsamına, ruhanîlerden ve cinnîlerden gelecek zararlar da girebilir. Çünkü oksijen, karbondioksit ve daha başka gazların atmosferde yüzdükleri gibi cinler ve latîf varlıklar da orada yüzer dururlar. Esasen o metafizik varlıkların sadece o türlü gazlardan ibaret olup olmadıklarını da bilemiyoruz. Zira âyet-i kerimede bu varlıkların mâric nardan yaratıldıkları ifade ediliyor.4 Biz ise mâric narın mahiyetini tam olarak bilemiyoruz.

Yedi kat sema5 hakkındaki tevcihlerden biri kendi atmosferimizdeki yedi kat semadır. Atmosferin en alt tabakadan en üst tabakaya kadar değişik tabakaları var. Bu tabakalarda tavattun etmiş, kabiliyet ve istidatlarına göre belli tabakaları işgal etmiş ervah-ı habîse ve cinler olduğu gibi, onların yanında melâike ve ruhanî varlıklar da vardır. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın tefsirinde işaret ettiği gibi, yıldırım, şimşek ve gök gürültüsü gibi atmosfer hâdiselerine, bazı melâike ve ruhanî varlıklara mahsus bir kısım hâdiselerin fizik âleminde ortaya çıkması, tezahür etmesi şeklinde bakabiliriz.6

Sema dediğimizde öncelikle dünya semasına bakılsa da, meseleyi daha geniş perspektiften ele alabiliriz. Bu mevzuda Hem Hazreti Üstad, hem de Elmalılı M. Hamdi Yazır Hazretleri’nin tevcihlerinden birisi de şudur: Şu gördüğümüz yıldızlarla yaldızlanmış sema birinci kat semadır. Biz ikincisini, üçüncüsünü, dördüncüsünü, beşincisini, altıncısını ve nihayet yedincisini göremiyoruz.7 Bu tevcihe göre, Samanyolu galaksisinin yanında daha binlerce kehkeşan birinci kat sema oluyor. Belki onun üstünde bizim göremediğimiz, esîrden bir sema var; esîrin de madde-i asliyesi olabilecek daha başka maddelerden semalar var. Onlar bizim ne teleskoplarımızla, ne mikroskoplarımızla ne de x ışınlarımızla görülecek şeyler değildir. Evet, âlem-i berzahın bir seması var, âlem-i misalin bir seması var, mahşerin bir seması, Cennet’in bir seması ve Cehennem’in bir seması var.

Astronomiyle ve astrofizikle alâkalı yazılara baktığımızda çok uzak gezegenlerden bile küre-i arzın müteessir olduğunu öğreniyoruz. Kaldı ki, o teessürde bile biz, meseleyi sadece fizikî tesir ve teessüre irca edersek yine meseleyi belli bir darlığa mahkûm etmiş oluruz. Çünkü bunda ruhanîlerin, ecinnîlerin, ifritlerin, gulyabanilerin rolü olabilir. Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi o âlemden bu âleme sürekli ruhanîler ve ervah-ı habîse iniyor.8 Hatta göktaşları ve meteorlar bir yönüyle onların taşlanması şeklinde tezahür ediyor.9

İşte bütün bunları göz önüne alarak semaya bu genişlik içinde bakmalıyız. En uzak semalardan bizim dünyamıza gelecek şeyler olduğu gibi, atmosferimizden de bizim dünyamıza gelecek şeyler vardır. Diğer yandan şeytanın: ثُمَّ لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَۤائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ “Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” demesine karşılık Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir duasında: اَللّٰهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي وَعَنْ يَمِينِي وَعَنْ شِمَالِي وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allah’ım, önümden-arkamdan, sağımdan-solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru. (Yere batırılarak) altımdan helâk edilmekten azametine sığınırım.”10 buyurmak suretiyle, önünden, arkasından, sağından, solundan, altından ve üstünden gelecek tehlikelerden Allah’a sığınmıştır. Dolayısıyla, semadan gelen şeylerle çarpma olabileceği gibi, yerden gelen şeylerle de çarpma olabilir. Aynı şekilde ervah-ı habîseyle ve şeytanla çarpma da olabilir. İşarî mânâlar açısından belden aşağı vurma da olabilir. İşte cevâmiü’l-kelim sahibi olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) ifade buyurduğu bu duanın dâl bi’l-ibaresi, dâl bi’l-işaresi, dâl bi’d-delâlesi ve dâl bi’l-iktizasıyla değişik vecihleri vardır. Meseleyi O’nun beyanda hedeflediği enginlikle ele alabilmek için, bütün bu mânâ tabakalarının hepsi göz önünde bulundurulmalıdır. Yoksa meseleye sadece pozitivist ve natüralist bir mülâhazayla bakar ve onu dar bir dairede ele alırsak, meseleyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesinden uzaklaştırmış ve kendi anlayışımızdaki darlığa mahkûm etmiş oluruz.

Sünnetin İhyası

Haşir sûresinden önce bu duayı okumak bazı yerlerde âdet hâline gelmiştir. Meselâ Erzurum’da Haşir sûresine geçmeden önce üç defa: بِسْمِ اللهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ denildikten sonra, Besmele çekilerek âyetlere geçilirdi. Aslında mevcut kaynaklarda ne devr-i risalet-penahide ne de Râşid Halifeler döneminde böyle bir uygulamaya rastlamıyoruz. Fakat kimi âlimler aslı Kur’ân’da veya Sünnet’te bulunan meselelerin ihya edilmesi düşüncesiyle faslının insanlar tarafından belli bir şekle irca edilerek formüle edilmesini mahzursuz saymışlardır. Bu konuya en olumsuz yaklaşanlar bile buna bid’at-ı hasene demişlerdir.11 Meselâ, Seyyidina Hazreti Ömer teravih namazının cemaatle kılındığını gördüğünde نِعْمَ الْبِدْعَةُ هٰذِهِ “Bu ne güzel bid’attir.”12 buyurmuştur. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), teravih namazını sadece üç akşam cemaatle kılmıştır.13 Halkın çok ciddî tehâlük gösterdiğini görünce de teravih namazını cemaatle kılmayı bırakmıştır.

Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz’in teşrie ait tavırları çok önemliydi. Ef’al-i nebevî dediğimiz, Allah Resûlü’nün fiilleri dinde bir kanunun vaz’edilmesine kaynaklık ediyordu. Yani Peygamber Efendimiz teravih namazını cemaatle kılmaya devam etseydi, Müslümanlar da onu öyle benimseyip sonra yapma mecburiyetinde kalacaklardı. Bunun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), dinin ruhundaki yüsre14 binaen halkı böyle bir mecburiyette bırakmamak için üç gün teravih namazını cemaatle kıldıktan sonra Cennet’teki Firdevs’ten daha mukaddes hücre-i saadetlerine girdi ve çıkmadı. Daha sonra da bu tavrının sebebini izah buyurdular.15

İşte بِسْمِ اللهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ duasının aslı, meşhur hadislerde yer aldığından, Allah Resûlü’nün tavsiyelerine dayandığından ve buna rağmen insanlar ihmal gösterip bu önemli sünneti terk ettiklerinden dolayı, bu dua bazı yerlerde Haşir sûresinden önce okunmak suretiyle ihya edilmeye çalışılmıştır. Yani, “Bu duayı imam okusun, cemaat de dinlesin ve böylece Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tavsiyesi yerine getirilmiş olsun.” mülâhazasıyla hareket edilmiştir. Ancak kanaatimce bu ve benzeri meselelerde kapıyı aralık bırakmak gerekir. Özellikle böyle bir uygulamanın cari olmadığı yerlerde “yeni bir şey mi çıkarıyorsunuz” mülâhazasına da meydan verilmemelidir.



1 Tirmizî, daavât 13; Ebû Dâvûd, edeb 100; İbn Mâce, dua 14.


2 Tirmizî, daavât 13; Ebû Dâvûd, edeb 100; İbn Mâce, dua 14.


3 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.337-339 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas).


4 Bkz.: Rahman sûresi, 55/15.


5 Bkz.: Bakara sûresi, 2/29; Fussilet sûresi, 41/12; Talâk sûresi, 65/12; Mülk sûresi, 67/3; Nûh sûresi, 71/15.


6 Bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 1/249-252.


7 Bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 1/294.


8 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.191 (On Beşinci Söz, Beşinci Basamak).


9 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.194 (On Beşinci Söz,Yedinci Basamak).


10 Ebû Dâvûd, edeb 100; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/25; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/145.


11 el-Îcî, Kitâbü’l-Mevâkıf 1/159; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 1/275, 2/256.


12 Buhârî, terâvîh 1; Muvatta, ramazan 3.


13 Bkz.: Buhârî, cuma 29, teheccüd 5, terâvîh 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 177.


14 Bkz.: Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28.


15 Bkz.: Buhârî, cuma 29, teheccüd 5, terâvîh 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 177.