Soru: “İman edenlerin Allah’ı (celle celâluhu) anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?”1 mealindeki âyet-i kerime zaviyesinden her kalb için bir çiy noktasından bahsedilebilir mi? Kalbde haşyet duygusunu tetikleyecek vesileler nelerdir?

Cevap: İbn Mesud Hazretleri’nin rivayetine göre, bu âyet-i kerime, Mekke’de nazil olmuştur.2 Bildiğiniz üzere bu büyük sahabî sâbikûn u evvelûndandır ve Müslümanlığının ilk yıllarından itibaren hep İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yanında olmuştur. Bu açıdan Enes İbn Malik gibi o da Peygamber Efendimiz’e ait hususiyetleri çok iyi biliyordu. Aynı zamanda o, hadis rivayetinde çok titiz davranan bir sahabidir. Meselâ, kendisine bir hadis sorulduğunda, ciddî bir temkin ve teyakkuzla, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.” deyip Allah’a sığınarak ve tam bir kemal-i hassasiyet ve titizlik içinde o hadisi naklederdi. Ta ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı kezib isnadında bulunmasın. Çünkü İbn Mesud’un mülâhazasına göre Efendimiz’e ait bir hadisin bir kelimesinin dahi farklı söylenmesi ahirette insanı batırabilir. Bu hassasiyetinden dolayı, hadis ilminde İbn Mesud Hazretleri’nin apayrı bir yeri, apayrı bir kıymet ve itibarı vardır.

İşte rivayet konusunda bu derece hassas ve titiz olan İbn Mesud Hazretleri, Mekke-i Mükerreme’de henüz bi’setin üzerinden çok az bir zaman geçmişken bu âyetin inzal buyrulduğunu naklediyor ki, zannediyorum konunun gerçek derinlik ve buutlarıyla anlaşılması adına bu husus önem arz eder. Evet, vahyin başlangıcının üzerinden henüz az bir zaman geçmişken Kur’ân-ı Kerim’in; أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ اٰمَنُۤوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللهِ “Allah anıldığı zaman mü’minlerin kalblerinin haşyetle ürpereceği, huşû ile iki büklüm olacağı an, okunan âyetler karşısında gönüllerin ürperme ve duyarlılık zamanı gelmedi mi?”3 ifadeleriyle muhataplarını ikaz buyurduğunu görüyoruz. Hâlbuki meselenin semavîliği hâlâ gönüllerde hissedilmekteydi. Gökler ötesinin sesi yaprağın üzerine konmuş bir şebnem ve çiy gibiydi. Fakat işte böyle bir dönemde dahi Allah (celle celâluhu), sahabîleri daha derinlemesine bir ihsas, ihtisas ve hassasiyet ufkuna çağırıyordu. Çünkü siz meseleleri matlaşmış bir bakışla, ülfet ve ünsiyet içinde ele aldığınız takdirde, o meseleler, sinelerinizde meydana getireceği heyecanı getirmez olur. Evet, burada bir tembih vardır. Hatta sözün sahibinin Zât-ı Ulûhiyet olması itibarıyla burada bir tevbihin olduğu dahi söylenebilir. Elbette biz, sahabe-i kiram efendilerimiz hakkında böyle bir mütalâaya girmeyiz/giremeyiz. Fakat Allah (celle celâluhu) veli kullarına da, sahabe-i kiram, enbiya-i izam efendilerimize de bunu diyebilir. Zira O, Hâlık-ı Küll-i Şey’dir. Bu açıdan bu âyet-i kerimede, bir tevbih ve kınamanın olduğunu söylemekte mahzur olmasa gerek.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin devamında ise şöyle buyuruyor: وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ “Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de, kalbleri kaskatı kesildi.”4 Yani sizden evvel kendilerine kitap verilenler zamanla ülfet ve ünsiyete mağlûp oldu, semavî sağanak başlarından aşağıya boşalıp durduğu hâlde heyecan duymaz hâle geldiler; geldiler de; وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ “Onlardan çoğu çizgiden çıktı, fasık oldular.”5

Mebdede Yenilik, Yol Boyunca Yenilenme Cehdi

Şimdi isterseniz, zamanla ortaya çıkan kalb kasvetinin, ülfet ve ünsiyetin bazı saikleri üzerinde bir nebze duralım. Hemen her yeni ve orijinal şey insanda şöyle böyle bir heyecan uyarır. Bizim gibi katı kalbli, Hakk’a karşı kapalı insanlarda bile mebdede yeniliğin hâsıl ettiği bir aşk u heyecan dalgası sineleri sarabilir. Size bir hissiyatımı daha önce arz etmiştim. Hazreti Pîr’in yanından gelen bir şahsı ilk defa gördüğümde, onun o safveti, duruluk, incelik ve doyuruculuğu bana çok tesir etmişti. Babam küçüklüğümde hep sahabeden bahsederdi. Ben o zatı ilk gördüğümde “Bu asırda da sahabe gibi zatlar olabiliyormuş!” dedim kendi kendime. İşte ilk defa şahit olduğunuz güzel bir tablo sizde böyle bir ürperti hâsıl ediyor. Vicdan âdeta bütün vüs’atiyle açılıyor ve onu değerlendirmeye çalışıyor. Fakat unutulmaması gerekir ki, insan mazhar olduğu bu nimete ilerleyen zamanda yeni yeni derinlikler kazandırmaz, bir şerh koymaz, kenarına not düşmez, yer yer formatıyla oynamaz veya en azından o meselenin izahının formatında değişikliğe gitmezse hiç farkına varmaksızın ülfet ve ünsiyet ağına düşebilir. Öyle ki, bir yerde insanlara namaz kıldırır, Kur’ân okur da ne kıldırdığı namazda ne de okuduğu Kur’ân’da herhangi bir heyecan ve ürperti duymaz olur. Kalbi, üzerinde hiçbir hayat emaresi bulunmayan çıplak bir kaya hâline gelir.6

Evet, başta herkeste şöyle böyle, az çok, yenilik ve orijinalitenin getirdiği bir ürperti, haşyet ve saygı bulunur. Fakat ilerleyen zamanda evrâd u ezkârla, gecenin derinliklerinde eda edilen ibadet u taatle, muhasebe, murakabe ve tefekkürle sürekli bir yenilenme cehdi içerisinde olmayan, sürekli bir yenilenme vetiresi yaşamayan; yaşamadığı için de benlik duygularından sıyrılamayan insanın kaskatı kesilmesi mukadderdir. Dolayısıyla bu şahsın, çiy noktasını koruması mümkün değildir. Böylesi bir kalb kasvetine maruz kalmamanın yolu ise, mevzuları sürekli yeni bakış zaviyeleriyle ele alıp onlar üzerinde derinleşmekten geçer. Bir bakın, Kur’ân-ı Kerim’in indiği ilk asırdan zamanımıza gelinceye kadar ne kadar çok tefsir yazılmış, bu mevzuda ne kadar çok fikrî ceht ve gayret ortaya konmuştur. Meselâ Kur’ân’ı anlama adına sahabe efendilerimizin bir hayli tefsiri olmasına rağmen tâbiîn efendilerimiz bununla yetinmemiş ve yeni tefsirler yazmışlardır. Daha sonraki dönemlerde gelen İbn Cerir, Zemahşerî, Fahruddin Râzî, Ebû Hayyan, Beyzâvî gibi zatlar da, kendi zamanlarına kadar nice tefsirler yazıldığı hâlde, her biri kendilerinden önce yazılanları yeterli görmemiş, ona yeni hâşiyelerde bulunmuş, sürekli bir şerh gayreti içinde olmuşlardır. Günümüze gelinceye dek, çağlarının âbide şahsiyeti nice büyük zat, biraz da zamanın yorumunu arkasına alarak, kendi ufukları itibarıyla, tekvînî emirlerle teşriî emirler arasındaki mutabakatı bulmaya, bulup Kur’ân’ı yeniden bir kere daha anlayıp anlatmaya çalışmışlardır. Meselâ Beyzâvî kendi yorumlarını ortaya koyup iki ciltlik bir tefsir yazmıştır. Fakat ilim tarihçileri -ister şerh, ister hâşiye ister ta’lik tarzında olsun- bu tefsir üzerine yapılan çalışmaların sayısının 250’nin üzerinde olduğunu ifade etmişlerdir.

Evet, herkesin, her zaman Kur’ân hakkında yeni bir şeyler söylemesi mümkün olabilir. Hatta Hazreti Pîr gibi, söylediği her şeyi milimi milimine şıp diye yerine oturtan bir insanın sözlerini dahi zamanın rüzgârı ve yorumunu arkaya alarak ifade ve izah etmek gerekir. Aksi takdirde onun eserlerini alır, her sabah âdet kabîlinden ders yapar veya akşam olunca bir yere derse gider, gittiğiniz yerde sathî bir nazarla o eserlerden bir yer okur ve böylece vazifenizi yaptığınızı düşünürseniz onu gerçek derinlik ve zenginliğiyle anlayamazsınız. O hâlde yapılması gereken, müzakerede bulunarak, yeni yeni terkip ve tahlillerle, okuduğumuz metinden farklı açılımlara gitmek, yeni tespitlerde bulunmak ve böylece kalb ve vicdan kültürümüze yeni mârifet pınarları akıtmak olmalıdır. Hazretin “Âyetü’l-Kübrâ”da işaret ettiği gibi, gönül dünyamız itibarıyla هَلْ مِنْ مَزِيدٍ ferdi olmalı ve hep “Daha yok mu?” demeliyiz.7 Öyle ki bir insan bir gün Zât-ı Ulûhiyet’le yüz yüze gelse yine de هَلْ مِنْ مَزِيدٍ anlayışıyla “Allah’ım yok mu bunun ötesi. Şu an yaşadığım bu hâl, benim kalbime göre. Ne olur Allah’ım, Seni, Zât-ı Ulûhiyet’ine şayeste daha nasıl bilmem gerekiyorsa bana o bilginin ufkunu aç.” demelidir.

Emanet, Hüşyar ve Canlı Gönüllere Teslim Edilir

Söz bu noktaya gelmişken bir hususu hatırlatmak istiyorum: Dünyanın iki yüz küsur ülkesinde okul açabilirsiniz. Bu iki yüz küsur ülkede sizin açtığınız müesseseler parmakla gösterilen okullar hâline gelebilir. Bulunduğunuz ülkede insanlar, açtığınız kültür lokallerine ciddiî bir teveccüh gösterip sizin duygu ve düşüncelerinizin renk ve deseniyle boyanmak isteyebilir. Her yerde insanlar gözünüzün içine bakabilir. Ancak bir Hazreti Ebû Bekir, bir Hazreti İbn Mesud imanıyla Allah’a müteveccih değilseniz yaptığınız bütün bu işlerin Allah indinde bir kıymeti olmaz, bir mânâ ifade etmez.

Allah nicelerine nice lütuflarda bulunmuştur. Önemli olan, lütuflarla mebsuten mütenasip olarak Allah’la münasebetin güçlenmesidir. Eğer siz, “Allah’ım bana bu nimetleri lütfettin. Hâlbuki benim günahkâr ve zulmetli hâlim dalâlet ve küfre daha muvafık düşüyordu. Ama Sen öyle yapmadın. Beni küfür içinde bırakmadın. Kasvet-i kalbe uğratmadın. Dalâlete salmadın. Mağdubînden etmedin. Hidayet buyurup beni burada istihdam ettin. Allah’ım bildiğim/bilmediğim, farkına vardığım/varamadığım bütün nimetler karşısında Sana sonsuz hamd ü senâ olsun.” yakarışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a çok ciddî teveccühte bulunarak her daim Allah’la münasebetinizi güçlendirmiyorsanız, Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sürekli, “Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?” mülâhazasına bağlı kalmıyorsanız, yaptığınız bütün bu işlerin rıza hedefli olup olmadığı hususunda kendinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz.

Allah (celle celâluhu) cedide ve ceyyide değer verir. Dinine ait meselelerin gökten yeni nazil oluyor gibi ter ü taze bir şekilde duyulup, hissedilip, değerlendirilmesini takdir buyurur. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak dilerse, zayıf olduğunuz hâlde, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmayı başkalarından alıp size verebilir. Öyle ki korodan çıkan güçlü bir ses gibi bütün dünyaya duygu ve düşüncenizi duyurabilirsiniz. Fakat siz bu vazifeyi tam temsil edemeyecekseniz, abes fiil işlemekten münezzeh ve müberra Kudret-i ilâhî, o vazifeyi niye size versin ki! Çünkü gerçek mânâda temsil edilmediğinden dolayı o vazife tekrar sizden alınıp bir başkasına verilecek.

Bu açıdan kalb kasvetine karşı her zaman ciddî bir gerilim içinde olunmalıdır. Fakat hâl-i pürmelâlimize bakınca şu soruları kendi kendime sormadan edemiyorum: “Neden biz envai türlü nimetlerin bulunduğu bir sofraya davet edilmişiz gibi bir aşk u şevkle, derin bir iştiyakla teheccüt namazına kalkamıyoruz? Neden abdest alırken aynı neşveyi duymuyoruz? Neden başımızı yere koyduğumuz zaman, ‘Allah’ım keşke bu secde hiç bitmese!’ diyecek kadar Allah’la münasebet içinde değiliz?”

Şayet O’nunla münasebette bir Şâh-ı Geylânî, Ebû Hasan Şâzilî, Ahmet Bedevî, Ahmet Rufaî Hazretleri gibi arzu ve iştiyak içinde değilsek, “Dahası yok mu Allah’ım?” diyerek meseleyi alıp ileriye götürmüyorsak, yaptığımız iş ve ameller bir yere kadar kıymet ifade etse de, ifade etmesi gerekli olan seviyede bir değer ve kıymet ifade etmediği rahatlıkla söylenebilir. Bundan dolayı asla unutulmaması gerekir ki, Cenâb-ı Hak emanetini emanette emin, cedid ve ceyyid olan insanlara verir. Çünkü verilen o emanet, ancak onlarda kalıcı olur.

Hâsılı eğer biz, kalbimizde haşyet duygusunu tetiklemek istiyorsak, sohbet-i cânan meseleleri etrafında müzakerede bulunmalı; mevzuları bu bakış açısıyla daha engince anlamaya çalışmalı ve böylece imanımızı sürekli takviye etmeliyiz. Oturduğumuz çay veya yemek faslında dahi meseleyi evirip çevirip hep Allah’a bağlamalı, her defasında yeni bir mârifet ufkuyla meseleyi O’nunla irtibatlandırmalı ve O’nunla noktalamalıyız. Aksi takdirde hiç farkına varmaksızın heyecan ve yol yorgunluğuna düşer, canlılığımızı yitirir ve içten içe kadavralaşırız. Rabbim hepimizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun!



1 Hadîd sûresi, 57/16.


2 Müslim, tefsîr 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/481; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/167.


3 Hadîd sûresi, 57/16.


4 Hadîd sûresi, 57/16.


5 Hadîd sûresi, 57/16.


6 Bkz.: Buhârî, ilim 20; Müslim, fezâil 15.


7 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.101 (Yedinci Şuâ, Birinci Şuâ).