Soru: Değişik röportaj ve yazılarınızda, halkın zat-ı âlinize teveccühünü onlar açısından bir içtihat hatası, kendiniz zaviyesinden de bir imtihan vasıtası gördüğünüzü belirterek, bu teveccühü, insanları hayra yönlendirmede bir kredi olarak kullanmaya çalıştığınızı ifade ediyorsunuz. “Teveccüh kredisi” tabirine yüklediğiniz mânâları ve bunun nasıl kullanılması gerektiğini lütfeder misiniz?

Cevap: Ehl-i dünya, hususiyle kendilerini egoizm ve egosantrizm içine hapsedenler hep teveccüh kovalar, teveccüh peşinde koşar ve alkış ararlar. Bazı sanat ve mârifet erbabıyla bir kısım siyasetçileri de bu kategoriye dâhil edebilirsiniz. Evet, bu insanlarda hâkim olan duygu ve düşünce teveccüh beklentisidir. Hatta günümüzde kendini nefyetmeyi temel bir disiplin olarak kabul eden insanların tavır ve davranışlarında bile kimi zaman böyle bir anlayışın tesiri görülebilmektedir. Hâlbuki tarihimize baktığımızda imanda derinleşmiş hakikî mü’minlerin bu tür tavır ve davranışlardan hep uzak durmaya çalıştığını görmekteyiz. Meselâ, İstanbul’u fethedenler o büyük başarıdan dolayı alkış beklentisi içinde olmadıkları gibi, Belgrad’dan başarıyla geriye dönenler de alkış beklentisi içinde değillerdir. Yavuz Cennetmekân (aleyhirrahmetü velğufran) Hazretleri, Mercidabık ve Ridaniye seferlerinden dönüp Üsküdar’a geldiğinde, halkın alkışlarından kaçmak için gece yarısına kadar Üsküdar’da kalmış, halk uykuya dalınca kalkmış ve gece yarısı sessizce Topkapı Sarayı’na girmiştir. Ayrıca Kanuni’nin büyük bir seferden döndüğünde izbe bir yerde yatmayı tercih etmesi ve Tarık İbn Ziyad’ın İspanya’yı fethettikten sonra yatağını bir dehlize serdirmesi de bu açıdan üzerinde durulması gereken önemli tarihî hâdiselerdir.

Teveccüh ve İstidraç Endişesi

Bu büyük şahsiyetlerin nefislerine karşı takındıkları bu tutuma, tasavvuf ıstılahında “hazm-ı nefs” denir. Demek ki mü’min, hangi konumda bulunursa bulunsun, hangi başarıya ulaşırsa ulaşsın nefsinin hakkından gelerek onu baskı ve kontrol altında tutmalı ve sözünü ona dinletmesini bilmelidir. Böylece nefis, emmâre olmaktan levvâmeye, levvâmeden mülhemeye, mülhemeden mutmainneye, oradan râdıyye ve mardıyyeye ve hatta şahsın istidat ve kabiliyetine göre zekiyye ve sâfiye mertebelerine yükselecek ve melekleri bile geride bırakacaktır. Ancak bunun yolu da öncelikle nefsi zapturapt altına almaktan geçer. İşte nefse hâkim olmanın yollarından birisi de teveccüh-ü nâstan kaçınmak ve istemeyerek de olsa böyle bir duruma maruz kalınmışsa onu da istidraç endişesiyle karşılamaktır. Bu sebeple iyi bir ruh terbiyesi almış insan asla teveccüh-ü nâsı istemez ve beklemez. Teveccühe esas teşkil edebilecek hususlarla karşı karşıya kaldığında ise, elini ve gönlünü Allah’a açarak, hatta kimi zaman Allah’a el açtığını dahi belli etmeden ya bir secdede ya bir rükûda ya da bir tesbihat esnasında “Ne olur Allah’ım! Bir an dahi olsa beni benimle baş başa bırakma ve bu teveccüh beklentisini benim içimden çekip al!” diye dua eder.

Alkışların Altında Ezilip Kalanlar

İnanan insanların, rıza-yı ilâhî istikametindeki sa’y u gayretlerine, vifak ve ittifaklarına, bir ve beraber hareket etmelerine bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım lütuf, inayet ve teveccühleri söz konusu olabilir. Meselâ böyle bir inayet ve teveccühün neticesi olarak, Anadolu insanı tarafından dünyanın dört bir yanında çok engince hizmetler ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Merhum Bülent Ecevit’in (makamı Cennet olsun) yapılan bu hizmetlerle alâkalı şöyle bir mülâhazası vardı: “Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde muvazene unsuru olan büyük bir devletti. Bütün devletlere sözünü geçirecek bir konumu vardı. Fakat o dönemde bile bu ölçüde bir açılım olmamıştı.” Şimdi insanlar, bir, böyle büyük bir açılıma, bir de bu açılımın arkasındaki insanlara, o işin fikir mimarlarına baktıklarında, işin arkasında görünenleri gözlerinde büyütüp onlara büyük bir teveccühte bulunabilirler. Hatta bazen bu teveccüh daha bir büyütülerek muzaaf veya mük’ab teveccüh hâline getirilebilir. İşte bu noktada bir insan “hazm-ı nefs” edememiş, meseleleri yerli yerine koyamamış, yapılan hizmetlerin arkasında, vifak, ittifak, anlaşma, uzlaşma, mantıkîlik gibi dinamiklere bahşedilen Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inayetini görememişse, halkın gösterdiği iltifat ve teveccüh karşısında başı dönüp bakışı bulanabilir.

Onun için kendi zaviyenizden “teveccühleri kabul etmeme” sizin için bir esas olmalıdır. Evet, hangi büyük başarı elde edilirse edilsin, bütün iyilik ve güzelliklerin, muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan olduğu ve O’na verilmesi gerektiği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Aksi takdirde, insanların muzaaf der muzaaf teveccühleri, pohpohlamaları, alkışlamaları karşısında hadisin ifadesiyle boynunuz kırılır ve o teveccüh ve iltifatların altında ezilir kalırsınız. Hatırlayacağınız üzere, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birisi başarılarından dolayı bir başkasını takdir ettiğinde İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), “Kardeşinin boynunu kırdın!”1 buyurur. Çünkü muhatap o yükü taşıyabilecek durumda değildir. Ama neylersiniz ki, insanları bu tür iltifat ve alkışlardan alıkoyamazsınız. Bakarsınız koskocaman alayların, taburların elde ettiği ganimeti getirir tek bir adama verirler; verirler de “falan kurtardı, filân yarattı, falan şöyle nâşir-i envar, filân şöyle vifak ve ittifak âbidesi” türünden laflar ederler. O zavallı da, bunları yapamayacağının farkında olmadığından söylenenleri kabulleniverir. İşte bundan dolayı diyoruz ki, elden geldiğince teveccüh-ü nâsı kırmalı ve her zaman bir kul olarak kendi konumumuzun farkında olmalıyız.

Meselâ siz, bütün gönüllere girme, bütün ruhlarda bir yumuşama ameliyesi meydana getirme, insanları uzlaştırma, öldürücü ve korkunç silâhların boy gösterdiği bir dönemde insanlık çapında bir sulh vesilesi olma yolunda ceht ve gayrette bulunursunuz. Cenâb-ı Hak da sizi, böyle güzel bir işte muvaffak kılabilir. Bunun üzerine insanlar size teveccühte bulunur ve bu durumu “o yaptı”, “o etti” hatta günümüzdeki yanlış tabirle “o yarattı” diye ifade edebilirler. Bütün bu mülâhazalar karşısında insanın kendini izole etmesi, dışlaması ve bu takdirleri kabul etmemesi çok önemlidir. Çünkü bütün bu muvaffakiyetler, bizim nisbî, kisbî ve şart-ı âdi konumunda olan irademizi ortaya koymamız neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın bizlere birer lütfudur. Belki bidayette ortaya koyduğumuz irademiz bile O’nun sevkiyledir.

Teveccühü Hizmete Tevcih Et!

Fakat bütün bunlara rağmen bazen teveccühü savmanız mümkün olmaz. İşte böyle durumlarda ehven-i şerreyn olarak veya hayr-ı kesîre karşılık hayr-ı kalîl olarak insan onu bir yönüyle hizmet istikametinde kullanmalıdır. Yani başkaları size teveccüh gösterdiğinde siz de, imkânı varsa, o teveccühleri hakiki mânâda teveccühe lâyık olana tevcih edersiniz. Bu sebeple elinizde bir fırçanız olsa ve siz onu her hareket ettirişinizde baş döndürücü bir poster meydana getirseniz yine de çok rahatlıkla şöyle diyebilmelisiniz: “Vallahi, billâhi, tallahi bunları Allah yaptırtıyor. Ben bu işi, böyle mükemmel bir şekilde ortaya koyabilecek kabiliyet, istidat ve ufukta bir insan değilim.” Meselâ, Hazreti Pîr-i Mugân’ın, kendisine teveccüh edip yanına gelmek isteyenlere; “Ne diye onca para verip masrafa gireceksiniz. Bir yerde oturup eserleri okumanız daha iyi olur.”2 mealinde sözler söyleyerek insanların nazarını kendinden başka bir tarafa çevirdiğini görüyoruz.

Evet, insanlar etrafınızda halkalar oluşturmuş, size teveccüh ediyor, sizin tavsiyelerinizi dinliyorlarsa ve siz de onların bu teveccühlerini savma imkânına sahip değilseniz, işte bu durumda bir içtihat hatası olarak size olan teveccühlerini –ki hüsnüzanna makrun içtihat hataları onlara sevap bile kazandırabilir– yapılması gerekli olan işlere yönlendirerek değerlendirebilirsiniz. Tabiî ki, böyle bir durumda kendisine teveccüh edilen zatın, boynu kırılmayacak ölçüde Allah’la irtibatının kavi olması çok önemlidir.

Aynı şekilde bir mefkûreye, insanların derin bir bağlılıkla inanıp itimat etmeleri çok önemli bir kredidir. İşte bu kredi, milletimiz ve insanlık adına rantabl olarak değerlendirilmelidir. Meselâ siz, size teveccühte bulunanlara şöyle diyebilirsiniz: “Eğitim müesseseleri ve kültür lokalleri milletimiz ve insanlık için hayatî ehemmiyeti haiz. Bu sebeple her yerde okullar açın, kültür lokalleri yapın. Eğer tek başınıza yapamıyorsanız, himmetlerinizi inzimam ettirin, imkânlarınızı bir araya getirin ve böylece daha büyük işlere, daha büyük hizmetlere talip olun ve böylece dünyanın değişik yerlerinde kendi ruhunuzun ilhamlarını sinelere boşaltacak zemin ve platformlar oluşturun!”

Yoksa el âlemin sizi alkışlamasının, göklere çıkarmasının ahiretiniz hesabına size hiçbir faydası yoktur. Evet, bunlar sizin için bir kazanım değildir; sadece nefsanî hislerinizi tatmin eder. Aslında bunu, bir tatminden ziyade, insanı sürekli, o türlü beklentilere sevk eden; sevk edip ona mütemâdi stres ve anguazlar yaşatan bir afet olarak ifade etmek daha doğru olacaktır. Evet, böyle bir beklenti, insanı teveccüh ve alkış konusunda açgözlü hâle getirmekten başka bir işe yaramaz. Devleti idarede zirveye ulaşmış bir insan, yine kendisi gibi bir zat vefat ettiği zaman onun cenazesine yüz binlerce insanın iştirak ettiğini görünce, “Acaba öldüğüm zaman beni de bu kadar insan teşyi eder mi?” diyor. Yahu, sen hakikî mânâda öldükten, yani hayatta iken ruhunu ve kalbî hayatını öldürdükten sonra, o kalabalığın on katı insan senin cenazene gelse ve namazını da kılsa bütün bunlar senin için ne ifade eder, onların sana ne yararı olur ki! Zira her şey kabir kapısına kadardır. O noktadan sonra asıl önemli olan senin Allah’la irtibatındır. Hayattayken Allah’la irtibatın ne ölçüdeydi? Ne kadar rıza solukluyordun? “Allah’ım benden hoşnut ol!” diyor muydun? “Allah’ım! Beni benliğin hapsinden kurtar ve Senliğe ulaştır. Seninle hemdem eyle. Maiyyetine erdir!” diye bir talebin var mıydı? Eğer böyle bir dua ve talebin yoksa, cenazende milyonlarca insan olsa da sana bir faydası olmaz ki!

Hâsılı, siz, bir taraftan, halkın size olan teveccühlerini savma ameliyesi gerçekleştirirken, diğer taraftan da o teveccühleri şöyle böyle semereli hâle getirmeye bakmalısınız. Evet, insanların size olan itimatlarını, hüsnüzanlarını ve tavsiyelerinize inanmalarını, siz de onların uhrevî hayatları adına değerlendirme yoluna gitmelisiniz. Meselâ ben bir ziraat mühendisi olsam, gözümün içine bakanlara ziraatçılıkta profesyonel olma yollarını anlatırdım. Veya iyi bir kimyager olsam, onlara kimyanın farklı yönlerinden istifade etme yollarını öğretirdim. İşte mesleğimiz itibarıyla insanları irşada sevk etmek de bu türden bir gayrettir. Teveccüh kredisi böyle değerlendirilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde siz vebalden kurtulmuş olursunuz, onlar da hüsnüzanna bağlı içtihat hatalarının sevabını almış olurlar.

Fakat şunu da ifade edeyim ki, herkesten böyle bir tavrı beklemek, bilhassa günümüzde bir hayli zordur. Çünkü şöhret zehirli bir bal gibidir. Hatırlayacağınız üzere, Üstad Hazretleri bu meseleyi ifade sadedinde: “Şöhret, ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar… O belâ ve musibete düşersen, إِنَّا لِلهِ وَإِنَّآ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ3 de, o belâdan kurtul...”4 diyerek bize hem şöhret afetini, hem de ondan kurtulma yolunu gösterir. Bu açıdan bir hamlede, bir nefhada insanların müspet mânâda değişmesini, şöhret hissini ayaklarının altına alıp üzerinde zıplamalarını, raks etmelerini beklemek doğru değildir. Böyle bir beklentiye girerseniz sukût-u hayale uğrarsınız. Bu mevzuda istenen sonuç, ancak yavaş yavaş, tedricen ve insanları rehabilite ede ede elde edilebilir.



1 Buhârî, şehâdât 16, edeb 54, 95; Müslim, zühd 65.


2 Bkz.: Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.20; Emirdağ Lâhikası-2 s.169, 173, 194.


3 “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” (Bakara sûresi, 2/156)


4 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.73 (Katrenin Zeyli).